بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
۞ وَالشَّمْسِ وَضُحٰيهَا ۞ وَالْقَمَرِ اِذَا تَلٰيهَا ۞ وَالنَّهَارِ اِذَا جَلّٰيهَا
۞ وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰيهَا ۞ وَالسَّمَٓاءِ وَمَا بَنٰيهَا ۞ وَالْاَرْضِ وَمَا طَحٰيهَا
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّٰيهَا ۞ … الخ
Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:
Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acayip defineleri varmış. Hem kemalâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış. Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. Hem nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılaı varmış.
Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca o sultan-ı zîşan dahi istedi ki bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzarında saltanatının haşmetini hem servetinin şaşaasını hem kendi sanatının hârikalarını hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin:
Bir vechi: Bizzat nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün.
Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın.
إرسال تعليق